İslam ve Diğer Dinler TarihiTürk Tarihi

Ahilik ve Tasavvuf

Ahilik; İslâmî inanç ve prensiplerinden güç ve kuvvet alan esnaf ve sanatkarlar kuruluşudur.

Ustadan kalfaya, kalfadan çırağa bir kutsal emanet gibi genişleyen, büyüyen, özden öze derinleşen, gitgide kıymet kazanan, manayı madde kabuğunda geçerli kılan, maddeyi mana tezgâhında eğiren, yoğuran, okuyan, dokuyan, devamlılığı ve canlılığı olan birlik, beraberlik müessesesi…

Yaşama sevinci adına, bir müjde çiçeği gibi insanlık âlemine alperenlerce gönül diliyle sunulan ilâhî ekonomik nizam reçetesi…Bu müessesenin, Anadolu’nun Türk yurdu oluşundan önce de bir gönül hizmeti verdikleri biliniyordu. Akıncı cetlerimiz, 1071 Malazgirt Meydan Savaşı’ndan çok önceleri Anadolu’da; alperenler, gönül erleri vasıtasıyla bir kültür hizmetini başarıyla sürdürüyorlardı. Bu, Anadolu’nun İslâm-Türk sentezi içinde maya maya yoğruluşu, yeniden varoluşu demekti.

Ahilik ve Tasavvuf

İslâmiyet’in, bütün insanlık âlemine bahşettiği mutlak eşitlik ilkesi, temiz ahlâk, sınırsız yardım fikrinin, maddî ve manevî huzur kaynağı olduğu gerçeği; Allah sevgisi, imanın ve İslâm’ın şartlarına gönülden bağlılık, bir manevî huzur içinde Anadolu insanının günlük hayatta gücü, kuvveti ve ilham kaynağı oluyordu. (Feyzi Halıcı, Türk Kültürü ve Ahilik, XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri, 163-164, Kırşehir Ahilik Araştırma ve Kültür Vakfı Yayınları, İstanbul-1986)

Ahi Teşkilatları Tarihi

Ahi teşkilâtları XIII. yüzyılda İslâm dünyasını kaplayan sufî taraftarlarını taklit neticesi gerçekleşmiştir. Sufî tarikatları gibi, ahi teşkilâtlarının da toplantı yerleri “zaviyeleri” vardır ve onlara benzer ayin ve erkânları teessüs etmişti.

En büyük ricalden, zengin tacirlere, şeyhlere, âlimlere, hirfet erbabına (zenaatkârlara) hatta işsiz güçsüzlere ve fakirlere kadar her türlü sosyal tabakalara, çeşitli ırk ve dinlere mensup insanlar da bu teşkilâta dahil oluyorlardı. Nitekim, Fatih Millet Kütüphanesi’nde bulunan el yazması bir fütüvvetnamedeki şu sözler; kâmil insanı ağır ve yavaş hareket eden, acele etmeyen, hırs ve tamadan uzak kalan, kanaatkâr, mütevazı kimse olduğunu ifade etmektedir: “Hırs kapısını bağlayan, rıza kapısını aça; tokluk ve lezzet kapısı bağlıya, açıklık ve riyazet kapısı aça; halktan yana kapısı bağlıya halktan yana aça.” Bu haliyle ahi teşkilâtı “Bu dünyadan çok ahireti düşünen, maddî hevesler yerine manevî, dinî ve bediî hedefler peşinde koşmayı, nasibini sağlayacak ölçüde çalışmayı tavsiye eden” kapalı bir sistemdir. (Orhan Türkdoğan, Millî Kültür Modernleşme ve İslâm, 236-239, Birleşik Yay., İstanbul-1996)

Fütüvvet Başlangıçta tasavvufî bir mahiyet taşırken XIII. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî yapılanmaya dönüşen kurumdur. Fütüvvet teşkilâtının, ilk defa Abbasi halifelerinden Nâsır li-dînillâh tarafından sosyal bir düzene sokulduğu bilinmektedir. Devletin siyasî ve içtimaî düzeni bozulunca Nâsır, fütüvvet birliklerinden yararlanarak sosyal dengeyi yeniden tesis etmeye çalışmıştır. Bağdat’ta “şeyhler şeyhi” unvanını taşıyan Şihabüddin Sühreverdî’ye bir Kitâbü’l-Fütüvve yazdırdı. Sühreverdi, halife Nâzır tarafından Konya’ya gönderildi. Bu dönemden itibaren Anadolu’da fütüvvet birliklerinin “Ahîlik” adıyla teşkilâtlandıkları görülmektedir. Yine bu yıllarda “Ahi Evren” diye anılan Şeyh Nâsıruddin Mahmud’un, I. Alâeddin Keykubat’ın himayesinde ahiliğin teşkilâtlanmasını ve yaygınlaşmasını sağladığı bilinmektedir.

Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeleri ve Anadolu’ya yerleşmelerinden itibaren fütüvvet ülküsünü benimseyip kendilerine has yiğitlik, cömertlik ve kahramanlık vasıflarıyla süslemişlerdir. Bununla birlikte ahiliğin temel belirleyicisi olan İslâmî-tasavvufî düşünüş ve yaşayış her devirde ve bölgede geçerliliğini korumuştur. Alpler, Erler, Erenler ve Bacılar gibi yapıcı, lehimleyici faal zümreler arasında memleketin iktisadî ağını ören ahîler, birer aksiyon adamıdır. Bunlar, ticaret ve sanayii, meslek ve teknik çerçevesinde bırakmayıp, içine bir iman anlayışı da yerleştirerek, kuru ve kalıplaşmış bir çalışma sahasını, yüksek voltajlı enerjileriyle renklendirmişlerdir.

İbn-i Batuta’nın ifadesine göre; yabancılara ve misafirlere saygılı ve şefkatli, eşkıya ve zalimlere merhametsiz olan bu çalışkan ve iman neşvesiyle coşan insanların, Anadolu’nun bir örnek vatan haline gelmesinde çok müspet tesirleri olduğu tarihî bir gerçektir. Kervan yolları üstüne kurdukları hanlar, yaptırdıkları camiler, mescitler, hamamlar, değirmenler ve köprüler, bütün bu imar ve amme hizmeti müesseseleri, memlekete hediye ettiği en gözde hatıralarıdır. Fütüvvetname Selçuklularda ve Osmanlılarda görülen ahi birlikleri, aslında halk ve esnaf katına seslenen bir mistik tasavvuf inancı olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece tasavvuf ile fütüvvet arasında önemli ilişkiler vardır. Fütüvvet, söz konusu toplulukların umde ve esaslarına verilen addır. Mensuplarına da çoğu kez derece ve kademe farkları ile beraber ahi unvanı verilmiştir. (Türkdoğan, a.g.e., 233-234)

Fütüvvetname; fütüvveti konu alan veya fütüvvetin âdâp ve erkânı hakkında bilgi veren eserlerin ortak adıdır. İslâm dünyasında tasavvuf çevrelerine ve meslekî teşekküllere nüfuz eden fütüvvet kavramını konu edinen ve giderek bu teşekküllerin bir çeşit nizamnamesi hüviyetine bürünen risalelere genellikle fütüvvetname adı verilmektedir. Genel olarak fütüvvetnamelerin muhteva tahliline gelince; fütüvvet kavramının temeli tasavvufa dayandığı için, bu tür eserlerin hepsinde tasavvufi nitelik ağır basar. Umumiyetle fütüvvet anlayışı Hz. Adem’den başlayarak Hz. Muhammed (s.a.s.) de dahil olmak üzere bütün büyük peygamberlerin vasıflarıyla izah edilmiştir. Ancak, fütüvvet kavramının belli bir teşkilâtı ifade etmeye başladığı XIII. yüzyıldan itibaren, özellikle ahilik kurumu içinde yazılan fütüvvetnamelerde bu kavramın birtakım menkıbevî rivayetlerde Hz. Ali’ye dayandırılmasına özen gösterilmiştir. Böylece, fütüvvet geleneği içinde Hz. Ali’nin Hz. Peygambere varis olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telâkkî edilmeye başlandığı görülür. (DİA, 3/264-265)

Fütüvvetin gerekleri Fütüvvet; ülfet etmek, kaynaşmaktır, cömertliktir. Dostlarını ve komşularını gözetmesidir. Ailesinden önce arkadaşlarına acımaktır. Malında, dostlarının kendi malları gibi tasarruf etmelerine müsaade etmektir. Misafiri ve ziyafet vermeyi sevmektir. Dostlara saygı ve geldiklerinde yerinden deprenmektir. Doğru olmak, gözü tok gönlü geniş olmaktır. Garipleri sevmek ve onların hakkını yerine getirmektir. Doğru sözlü olmak, emaneti ödemektir. Salihlerin elbisesine bürünmeden önce içini düzeltmektir. Yaptığı işten karşılık beklememektir. Tevbeye sarılmak, sağlam bir irade ile tevbe ettiği şeye bir daha dönmemeye karar vermek suretiyle tevbeyi güzel yapmaktır. Allah’ın rızık hakkında verdiği garantiye güvenmektir. Nefsini hesaba çekmek, ömrünü Allah’a isyanla yitirdiğine esef etmektir.

Zikrin, kulun dışına ve içine tesir etmesidir. Uzuvları korumak, onları amacında kullanarak kalbi düzeltmeye çalışmaktır. Gücü yeterken affetmektir. Başkasının kusurlarını bırakıp kendi kusurlarıyla meşgul olmaktır. Halka güzel zan beslemek, onlara saygıyı muhafaza etmektir. Şefkatli olmak, kardeşini nefsine tercih etmektir. Belâ gelince şikayet etmemek, gönül hoşluğuyla karşılamaktır. İyilerle sohbet edip, şerlilerle sohbet etmekten kaçınmaktır. İşte bunlar ve benzeri, fütüvvet yollarından ve huylarındandır. (Süleyman Ateş, Tasavvufta Fütüvvet (Ebu Abdi’r-Rahman Muhammed İbn el-Hüseyn es-Sülemi), Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yay., Ankara-1977)

Ahilikte talim ve terbiye Ahilik, bir terbiye ocağı, meslek edindirme okuludur. Aynı zamanda pirler, üstatlar ve ustalar yatağıdır. Ham gelen, bu pota içinde olgun olur. Görgüsüz, arsız gelen bu ocakta terbiyeli bir insan olur. Ahilik, kola bir altın bilezik takan, vatanseverlerin kaynaştığı bir ordugâhtır. Ahi ocağı her zaman ocağı tüten, demirlerin dövüldüğü, mekiklerin işlediği birer fabrikadır. Meslek ve iş ahlâkına sahip işçilerin toplandığı dergâhtır. Ahilik kadar iş terbiyesini veren bir ocak yeryüzünde kurulmamıştır. Bunlar dindardır, fakat sofu değillerdir, bunlar vatanseverdir. Selçuklulardan ve Osmanlı devrinin Tanzimat devrine kadar teknik eleman yetiştiren birer sanat okulu olarak yaşamıştır. Milyonlarca genç, bu müessese sayesinde okuma-yazma ve bir de sanat dalında yetişmişlerdir. (Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatler Tarihi, 241)

Ahiliğin esasları Ahi fütüvvetname ve şecerenamelerinde, her sanat ve ticaret kolu için bir pir belirlenmektedir. Bu gelenek ve inancın da Ahi Evren’den kalma olduğu söylenebilir. Sanatın toplum için lüzumuna şiddetle inanan Ahi Evren, her sanat kolunun bir piri, hatta peygamberlerin mesleği olduğunu vurgulayarak sanatın kutsallığını, topluma ve sanatkârlara telkine ve sanata rağbet uyandırmaya çalışmıştır. Böylece inanmış bir sanatkârın ve esnafın mesleklerine sadakatle bağlanmaları ve ihanet edememeleri gösterilmiştir. Netice itibariyle; hem sanatkârlarda psikolojik bir tatmin meydana getirmek, hem de toplumda sanata ilgi uyandırmak ve sanatkârlara itibar kazandırmak için, sanatların peygamberlerin ve pirlerin mesleği olduğu telkin edilmiştir. (Mikâil Bayram, Ahi Evren, 54, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara-1995)

Ahi Evren’in (Ahi Mehmet) adında bir şeyhten feyz aldığı bir fütüvvetnamede kayıtlıdır. Ahi Evren, ilim ve tasavvufla meşguldü. Fakat o, diğer mutasavvıflar gibi yalnız ilâhî aşka gönül bağlamamış, bu dünyada yaşamak için lâzım olanları öğrenmiş ve öğretmişti. Meslek sahibi olmayanların mesut olmayacaklarını telkin etmiştir. (Şapolyo, a.g.e., 222)Ahiler, bütün peygamberlerin birer sanat sahibi olduklarına inanmaktadırlar. Bu peygamberlerden; Hz. Adem çiftçi, Hz. Şit hallaç, Hz. İdris terzi, Hz. Nuh neccar, Hz. Hud tüccar, Hz. Salih deveci, Hz. İbrahim sütçü, Hz. İsmail avcı, Hz. Yusuf saatçi, Hz. Zülkifl ekmekçi, Hz. Lut tarihçi, Hz. İlyas çulhacı, Hz. Davud zırhçı, Hz. Lokman hekim, Hz. Yunus balıkçı, Hz. İsa seyyah, Hz. Muhammed (s.a.s.) tüccar’dır. Her sınıf erbabı, bu peygamberleri pir olarak kabul etmişlerdir. (Şapolyo, a.g.e., 234-235)

Tasavvuf İnsanın iç dünyasıyla, ruhî ve manevî yönden kendini geliştirmesiyle ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamberin hayatında ve sahih hadislerinde mevcut olan bilgiler ve yönlendirmeler, ilk dönemlerden itibaren Müslümanların dini daha iyi anlama ve yaşama talep ve gayretleriyle, itikat ve fıkıh cephesinden ayrı olarak tasavvuf adı altında özetlenebilecek üçüncü bir cephe ve zenginlik kazandırmıştır. Tasavvuf kelimesi Kur’an’da ve hadiste geçmez. Tasavvuf, kalp temizliği, güzel ahlâk ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç, müminleri terbiye etmek ve manen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok ahirete önem vermek, maddî değerlerden fazla manevî değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir. Tasavvufun konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sufîlere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce, Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır. Tasavvufun ferdi yönü daha önemli olmakla beraber, sosyal yönü de küçümsenemeyecek kadar önemlidir. Tasavvufî hayatın bazı biçimlerini bireyler tek başına yaşar. Fakat bu hayat, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları olan şeyhlerden ve mürşitlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürit ve talip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, manevî hayatı beraber yaşamaları şarttır. Çünkü tasavvufî hayat, tıpkı birçok sanat gibi egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Tasavvuf sohbetlerinin müritlere edep ve erkân öğreten, onları terbiye eden, ahlâkını güzelleştiren yönü önemlidir. Tasavvufî sohbetler ve cemaatler XII. asırda daha düzenli, daha disiplinli bir örgütlenmeye dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi. Kurucularına nispet edilen birçok tarikatlar kuruldu. Bunlardan başka Ahi Evren diye bilinen Şeyh Nasıruddin Kırşehir’de ahilik teşkilâtını kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu’da birçok şehirde örgütlendi.

1071’de Anadolu fethedildikten sonra Irak’tan, Suriye’den, daha fazla da Horasan’dan gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslâmiyet’in Anadolu’da ve Balkanlar’da yayılmasında etkili oldular. (İlmihal I, İman ve İbadetler, 48-59, İSAM Yay)

Fütüvvet-tasavvuf ilişkisi Kur’an’da fetâ diye nitelendirilen (Nisa, 25; Yusuf, 30, 36, 62; Kehf, 60, 62) kişiler için bu sıfat dinî bir mana taşıması yanında takdir edilen bir anlam ifade ediyor. Bundan dolayı halk arasında takdir edilen bir vasıf olan yiğitliği Kur’an’daki fetâ ifadesiyle irtibatlandıran sufîler, bu kavramı bir tasavvuf terimi haline getirmede tereddüt göstermediler. Onlara göre mert, cömert ve cesur bir kişide bulunan vasıflar hakikî bir sufîde bulunduğundan sufî aynı zamanda bir fetâ’dır. Bu sebeple sufîler fetâ’yı “sufî”, fütüvveti de “tasavvuf” olarak tarif etmekte bir sakınca görmemişlerdir.

Sufîler, temel ahlâkî değerleri ve en önemli faziletleri fütüvvet kelimesine yükleyerek, onu tasavvufun temel kavramlarından biri haline getirmişlerdir. Sülemi fütüvveti “Adem gibi özür dilemek, Nuh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Musa gibi ihlâslı, Eyyüb gibi sabırlı, Davut gibi cömert, Hz. Muhammed gibi merhametli, Hz. Ebubekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli, Osman gibi hayâlı, Ali gibi bilgili olmaktır.” şeklinde tarif ederken, fütüvvetin bu kapsam genişliğine işaret etmiştir. Fütüvvet, “mekârim-i ahlâktır” denilirken de bu husus kastedilmiştir. (DİA, 13/260)

Bütün üyeleri, çalışan insanlardan meydana gelen bu birlik ve derneğin yaşayış kaideleri, “fütüvvetname” adını verdikleri tüzüklerle tespit edilmiştir. Tekkeye girişin âdâbı, ticarî ve ruhî hayatın bütün davranışlarının tatbik tarzı, detaylı olarak bu fütüvvetnamelere göre yapılır. Bazı dönemlerde ve çeşitli sebeplerle tasavvufî anlayışın içine giren “bir hırka bir lokma” anlayışının zıddına, mistik hayatla ekonomik hayatın sentezini bunlarda görüyoruz. Dinle hayatı, aşkla ibadeti, dünya ile ahireti birleştirmişlerdir. Müsamaha ve hürmet, iman ve hizmet düşüncesinin ortaya koyduğu kanaatkârlık duygusu ve bu insanlara yeni ümit kapıları açmış, itimat telkin edici kuvvetleriyle, cemiyetin ahlâk ve ticaret hayatını düzene koymak için gayretler sarf etmişlerdir. Her zaman gündüz çalışmanın verdiği yorgunluk ve ağırlık, akşamleyin tekkedeki ihvan ve erenlerle yapılan toplantı ile giderilmiştir. Propaganda, reklâm ve moda gibi ticari dertlerin olmadığı devirlerde esnaf dernekleri, ihtiyacı olanlara, dul ve yetimleri yardım etmek, ortaklaşa verilecek vergileri toplamak, yardım sandıklarını geliştirmekten, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak ve gerektiğinde harbe katılmaya kadar varan çeşitli işleri de yürütmüşlerdir. Bu konudaki mutasavvıf düşünürlerin fikirlerinden birkaç tanesini aktaralım: “Fütüvvet, hareket ve muamele işidir, lâf işi değildir. Fütüvvet, kin tutacağına iyilik etmen, nefret edeceğine bağışta bulunman ve hoşlanmadığın insanlarla sohbet edebilmen ve dostluk kurabilmendir. Kendi noksanlığın vasıtasıyla, başkasının üstünlüğünü görmektir.” (Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, 87-88)

Ahilikteki yol kavramları tasavvuftakilere benzer. Tarikatta yolun başında olana “tâlip-mürit” denildiği gibi, ahilikte “yiğit”; tarikatta yolda ilerleyene “sâlik”, ahilikte “ahî”; tarikatta yolu tamamlayana “vâsıl”, ahilikte “şeyh” adı verilir. “Ahi Baba” ve “Ahi Şeyh” en büyük şeyh demektir. Fütüvvet erbabı, genç meslek sahipleri olduğundan, onlara şalvar giydirilip şedd kuşatılması, sufi duygularına sahip, nefislerine hakim olmayı sembolize etmektir. (Yılmaz, a.g.e., 292)

İçlerinde birçok kadılar, müderrisler de bulunan ahilik teşkilâtı, herhangi bir esnaf topluluğu değil, o tarikat üzerine istinat eden, akidelerini o vasıta ile yayan bir tarikat sayılabilir. (Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 211-213, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara-1991)

Fütüvvet sözü ile, tasavvuf kelimesinin ifade ettiği mananın aynısı kastedilmektedir. Tasavvuf için olduğu gibi, fütüvvet için ileri sürülen tariflerin izahları da iki yönlü idi. Bir yönü ile fütüvvet, insan ile Rabbı arasındaki münasebetleri tanzim eder. Diğer yönü ile bir insanla, o insanın içinde yaşadığı cemiyeti, cemiyetteki fertleri ve bunlara karşı nasıl davranılacağını düzenler. Bütün bu izahlardan açıkça anlaşılıyor ki; tasavvuf ve tasavvuf manasına gelen fütüvvet, kul ile Rabbı arasındaki bir rabıta olması itibariyle; Kulun Allah ile olan muamelelerinin saf ve halis olmasından, Allah’ın emirlerinin canı gönülden benimsenmesinden ibarettir. (Süleyman Uludağ, Tasavvufun Mahiyeti, 289, İstanbul-1977)

Görülüyor ki fütüvvet (ahi teşkilâtı) ile tasavvuf arasında gözle görülebilecek ilişkiler mevcuttur. Tasavvuf-iktisat ilişkisi Tasavvuf-iktisat ilişkisinin en bariz örneği, fütüvvet ve ahiliktir. Bunlar her toplumda ve çağda görülebilen ve gençlerin bir arada olma, bir grup oluşturma ihtiyaçlarından kuvvet alıp gelişen kurumlardır. Daha İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren, tasavvuf ile yoğun bir etkileşim içerisinde bulunan fütüvvet birlikleri içinde XI. yüzyılda esnaf teşekkülleri oluşmuştur. İslâm yayılırken, fütüvvet ülküsü ve teşekkülleri de, bütün orta ve yakın doğu ile Kuzey Afrika’da görülmeye başlamıştı. Bu birliklerin haçlılar ve Bâtınîlerle mücadele ettikleri bilinmektedir. Abbasi devletinin son dönemlerindeki otorite boşluğu, fütüvvet teşekküllerini de olumsuz yönde etkilemiştir. Bu yüzden Abbasi halifesi Nâsır li-Dînillâh, bu birlikleri yeniden teşkilâtlandırmış ve merkezi otoriteye bağlamıştır. Devrin ünlü sufîleri kendisine yardımcı olmuşlar ve birçok sultan da fütüvvet teşkilâtına girmiştir.

Ahi teşkilâtı özellikle XIV. yüzyılda içtimaî itibarı yüksek bir kurum olmuştur. Yine bu teşkilât, Osmanlı devletinin ve toplumunun oluşmasında büyük bir öneme sahiptir. O kadar ki, ilk Osmanlı sultanları (Fatih dahil) ahi önderleriydi. Fütüvvetnamelere göre, ahilerin dünya malına rağbet etmemeleri gerekirdi. Çünkü ahinin ve şeyhin dünyalığı çok olunca, fütüvvet yolundan sapabilirdi. Bunun için elimizdeki ilk Türkçe fütüvvetname olan XIII. yüzyıla ait Burgazi fütüvvetnamesinde, ahî’nin kazancını ortaya koyması gerektiği belirtilir. Ahiliğin temeli olan tasavvuf, “iç”in temizlenmesine dayandığından, eğitim ancak bir noktaya kadar harici olabilirdi. Bundan sonra, insanın kendisini aşması söz konusudur. Görüldüğü gibi tasavvuf, fütüvvet ve ahilik aracılığı ile yönetici ve üretici gençlik birlikleri oluşturmuştur. Bir başka deyişle ahiler, kendimize mahsus bir iktisat süjesi oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Hatta bizim medeniyetimizi batıdan ayıran en önemli özelliklerin, ahilikten kaynaklandığını söylemek pek yanlış değildir. İktisadî faaliyetler, insanı Allah’ı anmaktan ve İslâmî ilkeleri yaşamaktan alıkoymamalıdır. Bir başka ifade ile Müslümanlar, ibadetlerini ticaret haline getiren değil, ticaretlerini ibadet haline getiren insanlar olmalıdırlar.

Tasavvuf, İslâm toplumunda, her meşrepten ve meslekten insanı İslâm dairesi içerisinde tutmuştur. Fütüvvet ve ahilik, işiyle gücüyle meşgul olan yığınları, tasavvuf aracılığı ile İslâm’a bağlamıştır. Tasavvuf; fütüvvet ve ahilik aracılığı ile esnaf teşkilâtının, umumî bir ifade ile, çalışma hayatının esasını teşkil etmiştir. (Ahmet Tabakoğlu, Tanımı Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf (Vefatının 10. Yılında M. Zahit Kotku ve Tasavvuf Sempozyumu, 10-11 Kasım 1991), 178-183, İstanbul-1991)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu