Osmanlı Devleti Tarihi

Fransız İhtilali’nin Sosyolojik ve Politik Sonuçları

Fransız Devriminin sosyolojik ve politik sonuçları neler olmuştur? Devrime yol açan toplumsal ve siyasal etmenler nelerdir? Devrim, Lewis’in de (2003: 118-119) belirttiği gibi, yirminci yüzyılın totaliter demokrasilerinin temellerini mi attı? Yoksa temsili yönetimin özgürlükçü dünyasının, parlamenter demokrasi ve bireysel seçimin temellerini atan toplumsal sonuçlarıyla siyasal bir ayaklanma mıydı? Yoksa nihai olarak kitlesel yoksulluğun ortadan kaldırılmasını, erkek ve kadınların gelişen kapitalist dünya sisteminin prangalarından kurtarılmasını hedefleyen ve siyasal sonuçlar üreten bir ‘toplumsal devrimler’ dizisinin ilki miydi?

Resmi tezlerde burjuva ihtilalinin klasik bir versiyonu olduğu iddia edilen 1789 Devriminin genel olarak iki temel özelliği üzerinde durulur. Bunlardan birincisi, devrimin politik sonuçlarıdır ki, sistem, aristokratik ve feodal nitelikli bir siyasal yapıdan, laik, demokratik ve milliyetçi bir yapıya doğru yönelmiştir. İkincisi, ekonomik ilişkilerde ve üretim biçimlerinde, feodalizmden kapitalizme doğru köklü bir dönüşüm yaşanmıştır. Özellikle de teknolojinin ilerlemesi üretim ilişkilerini değiştirmiş, sermaye birikiminin artması pazara yönelik manifaktür üretimini yaygınlaştırmış ve yeni bir mülkiyet ve ticaret anlayışı ortaya çıkmıştır (Sarıca, 1970: 8-9). Bu anlamda devrim; Aron’un (1992) deyimiyle; alt yapının, üst yapıyı çatlatmasıdır. Nitekim devrimle birlikte; egemen sınıflar, yönetsel güçler ve bölgesel otoriteler, yerlerini yeni sınıf ve yönetim biçimlerine bırakmak zorunda kalmışlardır. Fransız Devriminin kendisinden önceki devrimleri gölgede bırakarak tipik bir burjuva devrimi örneğini sunmasında şu sosyolojik faktörler etkili olmuştur. Öncelikle Fransa’da feodal ayrıcalıkların üstüne kapanmış soylular, her türlü ödünü, alabildiğine reddetmelerine karşın halk kitleleri de olanca kızgınlıklarıyla buna başkaldırmış, aristokratik karşı-devrim, devrimci burjuvaziyi de eski düzeni, belki aynı inatla baştan aşağıya yıkmaya götürmüştür. Ne var ki, bu burjuvazi, kendilerine ödün vermesi gereken tarımdaki ve kentlerdeki yığınlarla bağlaşıklık kurarak başarabildi bunu; değişikliğin siyasal aracı, halk kitlelerine dayanan küçük ve orta burjuvazinin jakoben diktatörlüğü idi; bütün bu kitlelerin ülküsü de demokrasi idi: Serbestçe çalışan ve alıp veren köylülerin ve bağımsız zanaatçıların, kısacası bağımsız küçük üreticilerin demokrasisi. Böylece Fransız Devrimi, modern ve çağdaş tarihteki yerini bu şekilde aldı (Tanilli, 1989: 217-218).

Devrimi sürükleyen itici güçler; kent soylu aristokratik yapıdan en çok rahatsızlık duyan yeni manifaktür sahipleriyle -kent burjuvazisiile ağır vergiler altında ezilmeye mahkûm olan köylü sınıfı olmuştur. Hatta devrimin yazgısını belirleyerek en önemli ve en kalıcı başarıyı sağlayan, yani feodalizmin yerle bir edilmesinde en büyük rolü oynayan yine köylü sınıfı olmuştur. Hobsbawm’ın ifadesiyle (1998: 63–88); Fransa’daki köylü devrimi, geniş, biçimden yoksun, başı ayağı belli olmayan, fakat karşı konulmaz bir harekete öncülük etmiştir. Ancak, burada yeni yükselen bir sınıf olarak burjuvazi üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü eski rejim (ancien rêgimê) en çok burjuvanın iktisadi ve sosyal menfaatlerine engel olmuştur (Soboul, 1969: 697). Ekonomik açıdan; Kralın, ülkenin toprakları üzerinde sonsuz tasarrufta bulunması, hatta memurlukları satarak borçlanması, kilise ve soyluları vergiden muaf tutması, köylü ve kent manifaktürleri üzerine ağır vergiler bindirmesi, burjuva sınıfı için devrimin ekonomik gerekçelerini üretmiştir. Örneğin İngiltere’de 18.yüzyılın başlarında vergi ayrıcalığından yararlananlar yoksul kesimken, Fransa’da bunlar zengin kesimdi. Yine İngiltere’de aristokrasi, ülkeyi yönetmesine imkân versinler diye en ağır kamusal yükümlülükleri kendi üstüne almışken, Fransa’da Kral, hükümeti yitirmiş olmaktan ötürü teselli bulmak üzere vergi muafiyetlerini sonuna kadar korumuştur (Tocqueville, 1995: 143).

Devrimi yapan ve devrim sonunda en çok kazançlı çıkan bu yeni yükselen orta sınıf, yani burjuvazi olmuştur. Huberman’a göre (2004: 169), Burjuvazi, devrim’i yaptı, çünkü yapması gerekiyordu. Zorbaları devirmese kendisi ezilecekti. Gelişen burjuvazi için ticaret ve endüstrideki kısıtlama, düzenleme ve baskı, hükümetin küçük gruplara tekel ve ayrıcalık bağışlaması, çağını doldurmuş loncaların ilerlemeyi kösteklemesi, kendilerine söz hakkı tanınmadan yasalar çıkarılması ve eski yasaların varlığı, mücadeleci devlet memurlarının çoğalması, hükümet borçlarının gittikçe büyüyen hacmi- bütün bu çürüyen, yozlaşan feodal toplum- kırılması gereken kabuğu meydana getiriyordu. Marx da devrimi, burjuva sınıfının eseri olarak görür. Devrim için tarihin kaydettiği en muazzam olay tanımını yaparken, konuya daha çok sınıfsal temelde ve eleştirel açıdan yaklaşır. Ona göre “bu devrimde burjuvazi zafer kazanmıştır, ancak burjuvazinin zaferi, aynı zamanda yeni bir toplumsal düzenin zaferidir; feodal mülkiyet karşısında burjuva mülkiyetinin, yerelliğin karşısında ulusallığın, loncaların karşısında rekabetin, en büyük evlat hakkının karşısında mülkün paylaşımının, toprağın mülk sahibi üzerindeki hâkimiyetinin karşısında mülk sahibinin toprak üzerindeki hâkimiyetinin, boş inanç karşısında aydınlanmanın, unvanın karşısında ailenin, tembelliğin karşısında sanayinin, ortaçağ kökenli ayrıcalıkların karşısında, sivil hukukun kazandığı zaferdir.” (Marx, 1973: 192–93). Özetle, Devrim birbiriyle kenetlenmiş bütün bir aristokratik ayrıcalıklar düzenini, monarşiden, toprak aristokrasisinden ve senyörlük haklarından oluşan karmaşık birliği, yani ancien rêgimê’in özünü, bir daha belini doğrultmayacak biçimde yaralamıştır denilebilir. Devrim, söz konusu düzene öldürücü darbeyi, daha çok özel mülkiyet ve yasa önünde eşitlik adına vurmuştur. Moore’e göre (2003: 144), devrimin en büyük itici gücünün burjuvalar, başlıca sonucunun ise kapitalizmolduğunu yadsımak, incir çekirdeğini doldurmayacak bir tartışmaya girişmek anlamına gelir.

Genel olarak devrimlere, 17. yüzyılın ortalarında başlayıp, 19.yüzyılın ilk çeyreğine kadar süregelen, toplumsal yapıda ve siyasal sistemde meydana getirdiği köklü değişikliklerle kendinden söz ettiren toplumsal fenomenler olarak bakılabilir. Her devrimin gerekçesi, kapsamı ve sonuçları farklı olmakla beraber, eski rejimden kopuşu temsil etmeleri ve yeni değer, kurum ve yapılarla tarih sahnesine çıkmaları onlara birer ideolojik hüviyet de kazandırmıştır. Nitekim her devrim, kendi ideolojik mitosunu yaratmaktan da geri durmamıştır. Devrimler, geçmişten bir kopma anı olmasıyla yenidir, ancak her devrim yeni devrimlere gebe olması açısından da eskimeye namzettir. Modernitenin değişime dayalı tarihsel karakteri, en derin etkisini modern toplumlar üzerinde yarattığı köklü dönüşümlerde göstermiştir. Bu dönüşümler dramatik olduğu kadar, etkileyici gelişmeleri de beraberinde getirmektedir. Bu açıdan gerek İngiltere, gerek Amerika ve gerekse Fransa’daki devrimlerin muhasebesi yapıldığında; bu devrimlerin, götürdüklerinden ziyade getirdikleriyle var olduklarını söyleyebiliriz. En önemlisi de devrimler; oligarşi, monarşi ve totaliter rejimlere karşı, bireyin temel hak ve hukukunu önceleyen ilke ve yasaları getirmiş olmasıyla da devrimsel özelliklerini koruyabilmişlerdir.

Bu anlamda kedisinden sonraki devrimlere esin kaynağı olan, gerek ezilen halkların kendi kaderlerini belirleme hakkını savunarak milliyetçilik ideolojisini siyasallaştıran, gerekse bu temelden hareketle yeni ulus-devletlerin ortaya çıkmasını sağlayan Fransız devrimi, çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Nitekim devrimin yaydığı ilkeler ve bu ilkeler temelinde meydana gelen toplumsal hareketler, monarşik ve otoriter düzenlerin yıkılmasına ve kendi içinde farklı etnik ve dini kimlikleri barındıran imparatorlukların parçalanmasına yol açmıştır. Gerçekten de Fransız Devriminin özgünlüğü, devlet ve toplum arasında o güne kadar varolan meşruiyet ilişkilerini ters yüz etmesi ve günümüz toplumlarının ideolojik ve politik yapılarına ulus temelinde yeni bir meşruiyet ilişkisini getirmiş olmasıdır. Diğer bir deyişle Fransız Devrimi, “egemenliğin ulusa ait olduğu anlayışını ve egemenlik kendisine ait bulunan ulusun, kendi siyasal düzenini benimsememesi halinde, bu düzeni değiştirme hakkına sahip olduğu düşüncesini iktidara getirmiştir (Kedourie, 1970: 29). Egemenliğin devredilemez bir ilke olarak ulusa verilmesi, devletin, belli bir sınıfın veya kurumun tekelinde olmadığıdüşüncesini de beraberinde getirmiş ve bu felsefeden hareketle halk, kendi kendini yönetmeye başlamıştır. Dolayısıyla, “egemenlik ulusundur” düşüncesinin hâkim olmaya başlaması politik arenada milliyetçilik ideolojisi temelinde yeni siyasal oluşumlara, yani ulusdevletlerin kurulmasına zemin hazırlamıştır.

Modern toplumlarda en üst siyasal örgütlenme biçimi olarak karşımıza çıkan ulus-devletler, hiç şüphesi ki milliyetçilik ideolojisi temelinde örgütlenmişlerdir. Napolyon Savaşları sırasında Kıta Avrupa’sının diğer toplumlarına da yayılan bu ideoloji, ulus temelinde yeni bir tarih, kültür, toplum ve devlet oluşumunu amaçlamıştır. Bu açıdan “ulus” ve “milliyetçilik” kavramları birbirini besleyen iki olgu olarak varolagelmiştir. Sosyal bilimlerde en sık tartışılan konuların başında gelen bu iki olgu, kimi çevreler sanayileşmenin kimileri de modernleşmenin bir sonucu olarak görmüş. Ancak, bu konuda sosyologların ittifak ettikleri en önemli nokta, hem ulusçuluk ideolojisinin hem de ulus-devletin moderniteyle birlikte inşa edildiğidir. Örneğin, Anderson (2004) ulusçuluğu, modern dönemde siyasal bütünleşmenin temel bileşkesini oluşturacak biçimde kurgulanmış bir düşünce, diğer bir deyişle “hayali bir cemaat”, Smith (1999), etnik kategorinin, etnik topluluğa dönüştürülmek suretiyle yaratılmış bir “milli kimlik”, Hobsbawm (2006), bir toplumsal mühendislik “social engineering” ürünü olarak “icat edilmiş gelenek”, Eriksen (2002:) “modern bir fenomen” olarak tanımlamışlardır. Bu tanımlar/tespitler bize, ulusçuluğun doğrudan Fransız devriminin bir sonucu olmakla birlikte daha çok Aydınlanma ile başlayan ve sanayileşme ile devam eden modernleşmenin bir sürünü olduğunu göstermektedir. Gerçekten de her ne kadar ulusçuluk düşüncesi Avrupa’yı uzun bir süre etkilemiş olan devimlerin bir ardılı olarak görülse de milliyetçilik düşüncesinin gelişiminde sanayileşme olgusunun çok önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Örneğin Gellner (1992: 70-71), milliyetçiliği sanayi toplumunun bir sonucu olarak görür. Ona göre, pre-kapitalist dönemde toplumlar, etnik ve dini açıdan birbirinden farklı kimliklerden kurulu heterojen bir yapı sergilemiştir. Yöneten ve yönetilen ayrımının keskin bir biçimde yaşandığı bu toplumlarda ne ulusal bir bilinçlenme ne de homojen bir toplum tasavvuru söz konusudur. Toplum bu açıdan, yüksek kültüre sahip, kentlerde oturan ve yönetici bir sınıfsal zümre ile ziraat ile uğraşan, okuma ve yazması olmayan üretici bir sınıf biçiminde ayrımlaşmıştır. Oysa sanayi toplumu geleneksel toplumlarda görülen bu sınıfsal farklılaşmayı ortadan kaldırarak, ortak bir kültür ve ideoloji yaratmaya çalışmıştır.

Sanayi toplumu bu anlamda vatandaşları arasından kültürel bir homojenlik yaratmayı, tarihsel ve kültürel anlamda aynı kaderi paylaştıkları inancını yaymayı amaçlamıştır. Bu homojenliği bozmaya yönelik her aykırı ses, beraberinde ulus-devletin cebri politikalarını ve milliyetçi ideolojileri doğurmuştur. Aydın’ın da (1993: 71-79) yerinde belirttiği gibi, “ulus-devlete geçişle birlikte “yeni insan-yeni toplum” ihtiyacının yönlendirdiği otorite, en küçük birime, yani her “yurttaş”a aynı ulusal kimliği benimsetmek suretiyle bütünlüğü (uluslaşmayı) elde etmeyi hedefler. İşte sorun, bu müdahale süreci içinde ortaya çıkmaktadır. Aslında milliyetçilik ideolojisini besleyerek, etnik ve dini kimliklerin çatışmasına yol açan en önemli neden, ulus-devletlerin standart bir kültür yaratma yönündeki baskıcı ve dayatmacı ideolojisidir. Nitekim günümüz dünyası en fazla etnik, din ve mezhepsel çatışmalara sahne olmaktadır. Her cemaatin, topluluğun, etnik grubun kendi otonomisini ilan ederek, bağımız bir devlet kurma isteğinin önüne geçilememektedir. Devrimin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı yerini, “bağımsızlık, özgürlük ve milliyetçilik” sloganına bırakmıştır. Fransız devrimi, modern toplumlara özgürlük, eşitlik ve ulusal egemenlik temelinde yeni bir dünya düzeni inşa etme fırsatı ve meşruiyetini sunmuş, ancak bu durum berberinde etnik çatışmalara, kitlesel katliamlara ve küresel düzeyde savaşlara da yol açmıştır. Belki de bütün sorun, kültürel bir ürün olarak kimliklerin belli siyasi hedefler uğruna asimile edilmeye, başka kimliklere dönüştürülmeye çalışılması ve bu uğurdu baskıcı yöntemlere başvurulmuş olmasıdır. Nitekim modern ulus devletler, sınırlarını, kalın kırmızı renklerle ve uğruna binlerce insanın kan dökmesiyle çizmiştir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu