Türk Tarihi

Türk-İslam Devletlerinde Yönetilenler Sınıfı (Halk)

Türk-İslam devletlerinde yönetilen halk; ilk
Türk devletlerinde olduğu gibi aile, ailelerin
birleşmesiyle boy ve boyların birleşmesiyle
bodun şeklinde teşkilatlanmaktaydı. Bu
dönemde devlet, toplumu Müslüman ve
gayrimüslim şeklinde kabul ederek hukuki
düzenlemeleri bu çerçevede yapmaktaydı.

Aile


XI. yüzyılda Türkler arasındaki evlenmelerde genellikle “arkuçı” veya “savcı”
adı
verilen aracılar vardı. Görücü usulü ile ya da gençlerin birbirlerini görüp beğenmeleri
sonucunda, erkek tarafı kızı isteme işini gerçekleştiriyordu. Dünürler arasında iki
gencin evlenmesi kararı Türkçe “Aldum.” ve “Virdüm.” kelimeleri ile ifade ediliyordu.
“Aldum.” kelimesini dünür söylüyor, bununla nikâhın yapılmasını vaat etmiş oluyordu.
“Virdüm.” kelimesini ise kızın büyükleri söylüyor, bununla bu vaade bağlı kalacaklarını
bildiriyorlardı.

Daha sonra damat adayının ailesi (babası ve annesi), kız tarafına bir at veriyordu.
Buna “başlık” deniliyordu ki kızı yetiştiren babanın hakkı demekti. Yine kızın annesine
süt hakkı olarak “südlük” denilen bir elbise verilirdi. Erkek tarafı ayrıca kızın kardeşine
“ağırlık”, kız kardeşlerine ve kendisine ise “yandış” adı verilen elbiseler verirdi.
Evlenme sırasında düğün yapmak zorunluluğu vardı. Düğünde “küden” adı
verilen düğün yemeği ikram ediliyordu. Hükümdarlar ise düğünlerde ve bayramlarda
otuz arşın uzunluğunda “kençliyü” adı verilen bir sofra hazırlatıyorlardı. Bu sofra, Türk
âdeti gereğince yemekten sonra davetliler tarafından yağma ediliyordu.

Türk-İslam toplumunda genellikle tek eşlilik hâkimdi. Evlenmenin Türk aile
ve toplum hayatında büyük bir yeri vardı. Samimilik ve açıklık Türk evlenme
sisteminin başlıca özelliğini teşkil etmekteydi. Bu özellik hem oğula hem kıza

seçerken de geçerliydi.

Selçuklular devrinde aile bugün olduğu gibi ana, baba ve çocuklardan
oluşurdu. Baba sağ bulunduğu müddetçe ailede ayrılma söz konusu değildi.
Hatta baba, torun sahibi olduğunda da aile bütünlüğü muhafaza edilmekteydi.

Toplumda aile pederşahi (babaerkil) olmasına rağmen Türk aile yapısında
annenin de nüfuz ve ağırlığı bulunmaktaydı. Sosyal hayatta etkin rol alan kadın
ailede alınan kararlara da katılırdı. Aile içi iletişimde saygı ve sevgi esastı. Bu
sayede toplumun temel yapı taşı olan aile, sağlam olarak ayakta kalmaktaydı.

Hoşgörü Toplumu


Türk şehirlerinde askerler ve din adamları çoğunluktaydı. Devlet adamları
din ve bilim adamlarına hürmet göstermekte ve destek olmaktaydı. Şehirlerde
Türkler tarafından çok sayıda medresenin kurulması birçok din âlimi ve sufinin
yetişmesini sağlamıştı. Türkler arasında yayılma eğilimi gösteren sufilik aynı
zamanda, bir meslek kuruluşu gibiydi. Sufilerin çok az bir kısmı tecrit hayatı
yaşarken önemli bir kısmı esnaflık yapıyor ve teşkilatlı bir şekilde ticaret ile
meşgul oluyordu. Bunların içinde ilk Türk mutasavvıfı olan
Ahmet Yesevi’ye göre “Kemale erebilmek için inanmayanlar
dâhil hiçbir insanı incitmemek gerekir.” Yesevi’de kendini
aşmak ve hoşgörü temel esastı. Mevlana ise insanlara
hoşgörü, neşe ve umut telkin ediyordu. Onun fikir ve düşünceleri
etrafında bilginler devlet adamları, halk ve gayrimüslimler
toplanıyorlardı. Yunus Emre; bütün insanlar, hatta bütün canlı
ve cansızlar, Tanrı’nın yaratığı ve mazharı oldukları için
“Yaratılanı yaratandan ötürü hoş görme.” felsefesi ile soy, din,
millet, renk, mevki ve refah farkı gözetmeksizin insanları sevmek
gerektiğini söylemekteydi. Her üç mutasavvıfın ortak
felsefesi; insanlar arasında hiçbir farkın gözetilmemesi, hoşgörü
ve sevgidir. Bu mutasavvıflar, toplumun daha hızlı bir
şekilde İslamlaşmasını sağlamışlardı.

Çeşitli ırk ve dinlerin bulunduğu Türk-İslam devletlerinde
toplumsal ilişkilerin şekillenmesinde İslam hukuku
belirleyiciydi. Dolayısıyla fertlerin toplum içerisindeki tutum ve
davranışları ile giyim ve kuşamları da bu çerçevede ele
alınmaktaydı. Müslümanların giyimleri ve dış görünüşleri
Hristiyan ve Musevilerden farklıydı. Türklerin, Arapların,
Hinduların ve diğer etnik grupların giyim kuşamları da
birbirlerinden kolaylıkla ayrılabilmekteydi. Ancak temelde
Müslüman ve gayrimüslim kıyafetlerindeki farklılık en belirgin
olandı.

Türk toplumu eski inancının etkisiyle farklı din ve
mezheplere karşı olan hoşgörüsünü devam ettirmişti.
Türk-İslam şehirlerinde gayrimüslimler kültürel ve dinî
yönden her türlü özgürlüğe sahipti. Türkler hâkimiyetleri
altında yaşayan çeşitli mezhep ve fırkalara
ayrılan Müslümanlara da herhangi bir müdahalede
bulunmamışlardı.

Türklerin İslamlaşma sürecinin başlangıç dönemlerinde
âdet, anane ve dinî inançlarda eski Türk
toplumunun izleri tamamen silinmemişti. Sonraki
dönemlerde tarikatların kurulmasıyla hızla İslamlaşma
görüldü. Türklerin hâkim olduğu coğrafyada
doğup gelişen Kadirilik, Kübrevilik, Ekberilik ve
Yesevilik en çok müridi olan tarikatlardı. Bu tarikatlar
sayesinde Türkler adeta kendi sosyal yapılarına ve
anlayışlarına uygun bir din düşüncesi geliştirmişlerdi.

Sosyal Yardımlaşma


Türk-İslam toplumlarında “servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılma” politikası
izleniyordu. Halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması bir görev sayıldığı için özellikle
vakıflar vasıtasıyla sosyal refahı arttırmaya yönelik birçok yatırım yapılmaktaydı.
Sağlık ve sosyal yardım kurumları, hastaneler (bimaristan, darüşşifa) ve hamamlar
çok ileri ve yaygındı. Koruyucu hekimliğe çok önem veriliyordu. Anadolu’da bugün
hâlâ kullanılabilen bu hastanelerin en eskisi Gevher Nesibe Darüşşifa’sıdır.
Anadolu’da özellikle tedavi amacıyla kullanılan 300 kadar kaplıca da vardı.
Bunlardan başka yetim mektepleri, aciz yurtları, kütüphaneler, zaviyeler,
misafirhaneler, imaretler, medreseler ve kervansaraylar da bulunmaktaydı.

Türk-İslam devletlerinde vakıflar aracılığı ile birçok sosyal yardımlaşma
kurumu yapılmıştı. Yolcuların özellikle tüccar kafilelerinin yolculukları emniyet
içinde gerçekleştirebilmeleri için kervansaraylar kurulmuştu. Selçuklular sağlık
hizmetlerine büyük önem vermişler hemen her şehirde darüşşifa, darülâfiye ve
bimaristan gibi adlarla hastaneler inşa etmişlerdi. Vakıflarla idare edilen bu
kuruluşlar Selçuklu yardım kuruluşları arasında önemli bir yere sahipti. Bu
kurumlarda hastalar ücretsiz olarak uzman hekimler tarafından tedavi edilip
eczanelerde hazırlanan ilaçlar da ücretsiz olarak dağıtılmaktaydı. Kervansaraylarda
konakladıkları sırada hastalananlar da tedavi edilmekteydi. Selçuklular
zamanında oluşturulan “Ahi” teşkilatları sosyal yardımlaşmada önemli bir
yer tutmaktaydı.

Selçuklu hâkimiyetinde Türkler arasında yardımlaşma sosyal hayatın
ayrılmaz bir unsuruydu. Köylerde gündelik hayat, genelde tarım faaliyetleri ile
şekillenmişti. İmece sosyal hayatta hemen her alanda uygulanmaktaydı.
Nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan konargöçerlerin keçe dikme, çadır
kurma ve sökme gibi pek çok faaliyette yardımlaştıkları görülmekteydi.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu