Osmanlı Devleti Tarihi

Dursun Fakih (Tursun Fakı) Kimdir?

Dursun Fakih, Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde yaşamış, şâir, âlim ve devlet adamıdır. Tahminen 13.yüzyılın ortalarında doğmuş, 1325 yılında ölmüştür. Şeyh Edebalı’nın damadı olan Dursun Fakih, Şeyh’ten tefsir, hadis ve fıkıh dersleri almış, Osman Gazi’nin imamlığını yapmış, kadılık mevkisine yükselmiş bir devlet adamıdır.

Osman Gazi ile bacanak olan Dursun Fakih, o’nun katiplik görevinde de bulunmuştur. Saadettin Buluç, Dursun Fakih’nın Karamanlı olduğu görüşündedir; ancak, Dursun Fakih’nın Karamanlı olduğuna dair bir bilgiye rastlamadık. Köprülü, 15. yüzyılda Karamanoğulları sarayında yetişen Hoca Fakih Karamanı den bahsetmektedir. Buluç’un bahsettiği Karamanlı Fakih bu olmalıdır. Muhtemeldir ki, aşağıda bahsedeceğimiz Gazavât-ı Ummân’da geçen Pirî Fakih Zâde isminden hareket eden Buluç, bu kanaate varmış olsun.

1288 yılında Karacahisar’ın Osman Gazi tarafından fethinden sonra cuma namazı kılmak isteyen topluluk, Dursun Fakih’ya gelir. Dursun Fakih, Şeyh Edebali ile müşavere ettikten sonra, bacanağı da olan Osman Gazi’nin isteği ile ilk cuma namazını burada kıldırır. Dursun Fakih’nın bir müddet, Karacahisar’da kadılık yaptığını da bilmekteyiz. Aynı yıl Eskişehir’de Osman Gazi adına bayram hutbesi de okuyan Dursun Fakih, Şeyh Edebalı’nın ölümünden sonra fetva işlerine de bakmaya başlamış, aynı zamanda savaş anlannda askere imamlık da yapmıştır. 1325 yılında ölen Dursun Fakih, Karacahisar’a defnedilmiş ve mezarı orada bulunmaktadır.

Dursun Fakıh Türbesi
Dursun Fakıh Türbesi

Dursun Fakih, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Anadolu Türk sahasının en hareketli dönemlerinden birinde yaşamış şahsiyetlerdendir. Bu hareketlilik içinde, âlimliği ile ön plana çıkmış, hayatı boyunca, Osmanlı Devleti’nin de kuruluş dönemindeki hareketlilik dikkate alındığı zaman, muhtemelen askeri kuvvet içinde, lider kadrosunda bulunmuş bir şahsiyettir. Yine kuvvetle muhtemeldir ki, devrinin ilim hayatına vakıf, dini bilgilerle donanmış, terkibe vamış bir kişidir. Yine devrin ilim hayatının bir gereği olarak Arap ve Fars dillerini de iyi biliyor olması lazım gelir. Zira O’nun adına kayıtlı eserler buna işâret etmektedir. Kanaatimiz odur ki, O’nun isim ve eserlerinin edebiyat dünyamızda işlenerek günümüze kadar gelmemiş olmasına sebep, mensup olduğu boyun. dolayısıyla kendisi ve çevresinin tam olarak yerleşik hayata geçmemiş olmasıdır. Zira, aynı dönemlerde yaşayan ve yerleşik hayata geçmiş olan Türk topluluklarındaki şahıslar ile ilgili bilgiler ile bunların eserleri günümüze kadar gelmişlerdir. Başka bir sebep de, henüz veni kabullenilen Arap ve Fars edebiyat anlayışının Türk grupları içinde yeterince işlenmemesi, buna bağlı olarak kendi prensiplerini belirleyememesi olmalıdır. Kaldı ki, 13.yüzyıldan itibaren edebiyatımızda görülen dinî konulu manzum veya mensur küçük hikayeler.

Türk divan edebi yatının adeta hazırlık devresini teşkil eder ve bu hazırlık devresine uygun geçiş dönemi örneklerini teşkil ederler. İşte bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, Dursun Fakih ismine kayıtlı eserler, günümüze kadar gelememişlerdir. Bir başka sebep ise, bizim edebiyat anlayışımızın değişmesi, buna bağlı olarak edebi zevkin değişmesidir. Ancak, içinde bulunduğumuz yüzyıla kadar daha önceleri yazmalardan, sonraları taş baskı kitaplardan aktarılan/okunan ve dinlenen, bu kaynaklardan sözlü geleneğe aktarılan ve sözlü gelenekte yaşayan dini hikayelerin, dolayısıyla bunların içinde Dursun Fakih adına kayıtlı eserlerin bulunduğunu da gözden uzak tutmamak gerek.

Dursun Fakih’nın Eserleri

Tespitlerimize göre Dursun Fakih’nın olduğunu bildiğimiz üç eser vardır. Bunlar, Gazavât-ı Kıssa-ı Mukaffa Hazret-i Ali Keremallahu Veche Cengi, Gazavât-ı Bahr-ı Umman ve Muhammed Hanefi Cengi’dir.

Bunlardan Muhammed Hanefi Cengi üzerinde herhangi bir çalışma yapmadığımızdan dolayı, Dursun Fakih’ya ait olup olmadığı konusunda temkinli davranmak zorundayız. Ancak, kaynaklar. bu hikayenin Dursun Fakih’ya ait olduğunu haber vermekteler.

Türkiye kütüphanelerinde birçok yazması bulunan Gazavât-ı Kıssa-ı Mukaffa Hazret-i Ali Keremallahu Veche Cengi, Agah Sırrı Levend tarafından “yazarı bilinmeyen” eserler arasında mütalaa edilmektedir; ancak, Mukaffa Cengi’nin Dursun Fakih’ya maledilmek suretiyle 13.yüzyılda kaleme alındığı fikri hakim görüştür. Hasibe Mazıoğlu ve Saadettin Buluç, bu mesnevinin Dursun Fakih’ya ait olduğunu söylerlerken, yine Buluç, Fuad Köprülü’nün isim vermeden Dursun Fakih’ya ait olduğunu söylediği mesnevinin Mukaffa’ Cengi olduğunu söylemektedir. Mukaffa Cengi hakkında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yapılan iki lisans tezinde, bu mesnevinin 14. ve 15.yüzyıl ile daha sonraki dönemlerde teşekkül ettiği belirtilerek, yanlış bir hüküm verilmiştir. Ancak, kaynaklar, bu cenknamenin 13.yüzyılda Dursun Fakih tarafından tercüme yoluyla Türk edebiyatına kazandırıldığını göstermektedir.

Dursun Fakih adına kayıtlı diğer cenknâme, ‘Umman Cengi’dir. Kaynaklarda, Gazavât-ı Bahr-ı Umman, Gazâ-i Bahr-ı Umman Şeca’at-ı Şah-ı Merdân ve Kıssa-ı Ummân olarak geçen bu cenkname. Dursun Fakih tarafından Arap veya Fars edebiyatlarında Türk edebiyatına tercüme yolu ile kazandırılmıştır. Zira, döneminin ilim ve edebiyat dili durumunda olan Arapça ve Farsça’nın tesiri gözardı edilemez. Bundan başka cenknamede bulunan olağanüstü motiflerin daha realist karakterli olan Türk destan motiflerine benzememesi de buna delil teşkil etmektedir. Muhayyel bir ülkeye yapılan sefer, orada olağanüstü varlıklar ve ne İslamiyet’te, ne de eski Türk dinlerinde görülen, kaynağını sihirden almış bir din ile olan mücadele, Türk, mit, destan, masal ve hikayeleri ile taban tabana zıttır.

13.yüzyılda yaşayan Dursun Fakih‘nın bir gazavatnamesinden bahseden Şahabettin Tekindağ, Saadettin Buluç ve Vasfi Mahir Kocatürk, Ummân Cenknâmesi’ni 13.yüzyıla bağlarken, cenknâmede;

Bin iki yüz beyt oldı…

Kim işitdirsün sang Tursın Fakı

mısralarının yer alması, bunun Dursun Fakih’ya ait olduğunu ifade eder. Ancak, Saadettin Buluç, bu Dursun Fakih ismini, Pirî Fakih Zade’ye bağlayarak O’nun, Karamanlı olduğunu ve 13. yüzyıldan sonra yaşadığını ifade eder. Buluç’un üzerinde çalıştığı cenknâmede geçen:

“Kim sekiz yüz toksan yidi yıl ” ifadesi, bize 15. yüzyılı işaret etmektedir ki, Dursun Fakih’nın 13. yüzyılda yaşadığı düşünülürse; Dursun Fakih ahfadından birisinin bu cenknâmeyi kaleme almış olabileceği veya O’nun fikir ve düşüncelerini benimsemiş birinin kendisine bu ismi mahlas olarak almış olabileceği düşünülebilir. Ancak, yukarıda geçen tarihe ait ifade ile Dursun Fakih isminin bir arada kullanılması, tarihi belirten mısranın değişmiş olabileceği ihtimalini de akla getirmektedir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Muhammed Hanefi Cengi konusunda bir çalışma yapmadığımızdan dolayı onun hakkında bilgi vermemiz mümkün değil. Kısaca Mukaffa ve Ummân ismi ile isimlendirebileceğimiz cenknâmeler, şekil itibariyle manzum olarak, mesnevî tarzında kaleme alınmışlardır. Ancak bunların vezinlerinin sağlam olmadığı görülür ki, buna sebep; kaleme alındıkları dönemde aruzun Türk edebiyatına yerleşmemiş olmasıdır.

Dili itibariyle Eski Anadolu Türkçesi’nin özelliklerini taşıyan bu cenknameler, konularını savaşlardan aldıkları için. daha çok savaş ve din ile ilgili kelimelere bünyesinde yer verir. Gündelik hayatla ilgili teferruata girilmediğinden dolayı, bununla ilgili kelime pek az kullanılmıştır.

Zaman zaman realist unsurların ağırlıklı olduğu bu cenknâmelerde, özellikle Umman Cenknâmesi’nde, olağanüstü varlıklar ile mücadele, fantastik unsurlar, bu cenknâmelerin Arap ve Fars kaynaklı olduğuna işaret etmektedir. Kaldı ki konularını da bu kültür kaynaklarından almışlardır.

Dönemin Türk insanına mücadele ruhunu aşılamak, ideal insan örneğini göstermek amacıyla kaleme alınan bu cenknâmeler, başka kültür kaynağından gelmiş olmalarına rağmen, bizim edebiyatımızda işlenmiş, kabul görmüş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bu sebeple, hem müellif olan Dursun Fakih, hem de O’nun eserleri daha teferruatlı olarak incelenmeye muhtaçtır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu